16 Kasım 2009 Pazartesi

ikisi arasında; döngüler

gecenin kadifesine fısıldasam ismini
getirir mi sabahın ilk ayak izinin üzerinde
şafağı köprü yaparak…

ikisi arasında gezinirken ancak
tınlarken doğru
istikametini şaşmaz; biri tedirgin, diğeri huzurlu
tanıdık hislerle,
bilindik geçmişler.
sır olmuş gerçekliği eskinin simdiye gore,
sadece ikisi arasında
dumanlı bölgede
kendi zamanlamasıyla
hatırlanmayı bekliyor.

simdinin sonrası ile
sonranın şimdisi
aynı ikisi arasında.
yanlızca kendi pusulası gerçek
ve
pürüzsüz

ikisi arasında; döngülerin içinde
bir birinden
bir diğerine
kendi ritminde dönüyor
tılsımların içinde
beklerken; beklemez halde

bir biri
bir de diğeri;
biri tedirgin
diğeri huzurlu
ikisi arasında; hiçbirşeye benzemeyen bu yerde
kendilerinden uzakta
ve bir o kadar yakında
döngülerin içinden
teslimiyet döngüsünde
buluşmaya çalışıyorlar
sebepleri farklı
ve
bir o kadar da aynı.


gecenin kadifesinde yankılanan fısıltıyı duyan kuş
tüm döngülerle döne döne
daha Ilk isigi duserken sabaha sessizligiyle,
cig tanelerinin ayak izlerini
takip eder
ve
müjedesini verir tum geceyle kalanlara,
kokusunu günün görünmez ufuklarının…

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Yavru Ay

Bir yavru ay, bütün gülümsemesiyle
Karşıdan bana bakıyor.
3 gözü var sanki,
Dikkatli baktığımda onun bir tekne olduğunu düşünüyorum,
Yelkeni, dağın öbür tarafında bir tekne.
Sanki, “ ben, üstündeki teknenin bir simetrisiyim” der gibi...
Sanki, “ sen üzülme, yakında herşey çok güzel olacak” der gibi...
...1999, İstanbul...

11 Ağustos 2009 Salı

izler...

Uykuya dalip baska bir dunyaya yolculuk ederken,
melekler eslik eder geceye hafiflikleri, guzellikleri ile
ve yıldızlar,
tüm isiklariyla düşer birer birer sabaha, getirdiği mucizelerle...

Ilk isigi duserken sabaha sessizligiyle,
Cig tanelerinin ayak izlerini
takip eder usulca kus
ve fisildar tum geceyle kalanlara,
kokusunu günün görünmez ufuklarının…

24 Temmuz 2009 Cuma

YANSIMALAR-SU ÜZERİNE DÜŞ...

“…Belki de paralanmış kayaların kırıntılarıyla yetinemediğimizdendir. Belki de üstü biraz törpülenmiş olanları ilgimizi çekiyor yürümek için. Yalnızca bir tanesini seçip onu kırmaya bakıyoruz bir ömür boyu ve hiç aklımıza gelmiyor kırıntıların ışığıyla heykellerimizi oluşturmak. Halbuki o kumlarda ne büyük bir güç ve birikim gizli…
…Ta ki bir balyoz gelinceye kadar…
…Ta ki dipten bir sarsıntı geçirinceye kadar…
…Ta ki en güvendiğimiz direkler devrilinceye kadar bir yüzeyin üzerinde sadece yüzeyle birlikte yaşar dururuz…
Ömürler?
Belki de…
Sonra bir gün bir şey olur. Esasında çok normaldir olan şey. Ama içimizde kayanın sesini duymaya başlarız sık sık. Artık heykelleşmek çağrısında bulunur duyduğumuz ses…İşte o zaman nice heykeller keşfederiz yavaş yavaş. Yaşamla yoğrulmuş, her damarında canlılık olan, hepsi de farklı topraktan nice heykeller…
İşte o zaman hava;hava, su;su, toprak;toprak, ateş;ateş olmuştur bizim için. Ve hepsinin toplamı kocaman bir SEVGİ…”
Salina bu yazıyı okudu…Yavaş yavaş, hızlı hızlı bir daha, bir daha…Her hücresinde hissedinceye kadar okudu…
Yaşadığı, yaşamadığı zamanları hatırladı.Kendi kendisini tekrar doğurduğundan beri hayatındaki bazı anılar eksik geliyordu. Sanki daha önce –yani doğumdan önce- soluduğu nefes yoksundu ışıktan, yoksundu da iletemiyordu yaşamı hücrelerine…
Bütün bunları düşündü. Korkularıyla hapsetmiş olduğu ruhunun ne kadar yargılayıcı olduğunu hatırladı…Sözleri binlerce ok olur, canlarının kalbine saplanırdı. Aslında kendi kalbine saplanırdı da en sonunda nefessiz kalırdı. Hatırladı, yutkundu. Damağında ki yeni tad için Tanrı’ya şükretti…
“Paralanmış kayaların kırıntılarıyla yetinemediğimizdendir” diyordu yazıda. Varlıklı bir ailenin kızı olmasının ve çok iyi bir eğitim almasının nasıl kendisine yetmediğini düşündü. Ve o deniz kenarında ki heybetli kalenin içinde nasıl kibirli olduğunu hatırladı utanarak. Tüm yaşamı, bu taş duvarların arasında süregeldiği gibi sanırdı. Bir tek, çok yakınında olmasına rağmen çok sık göremediği denizin kokusu heyecanlandırırdı onu. Rüzgarlı havalarda bahçeye çıkar, rüzgarla beraber gelen deniz kokusunu içine çekerdi. İşte o zaman kendisini tamamen rahat bırakır ve bu kokunun bütün vücudunda gezinmesine izin verirdi. Kendi kendisiyle tamamen buluşabildiği nadir anlardı bunlar. Uzakta ki balıkçı köylerini hayal eder, orada onu bekleyen sevgilisini hissederdi. İçini tatlı bir serinlik kaplar, sert ve kibirli halinden eser kalmazdı. Oralarda yaşamın nasıl olduğunu düşlerdi. O zaman ruhunun bu kalede hapsolmuş olduğunu hisseder, bir gün zaten orada yaşayacağından habersiz, uzaktaki o balıkçı köye kaçmak isterdi…
Derken hiç beklemediği bir anda çok sevdiği anneciğini kaybetti ve çok geçmeden de babasını…Anne ve babasının yokluğuyla daha da çekilmez olmuştu bu kale…Her metrekaresine kokularının sindiği, nereye baksa onları gördüğü bu heybetli evde daha fazla kalamayacağını anladı. Kardeşleri yoktu Salina’nın…Henüz 23 yaşındaydı…Çok sevdiği dadısı Amalia’dan başka kimsesi yoktu hayatta…Onunla beraber buradan gitmeye karar verdiler. Hayat ne garip! Salina kendisi için kurduğu hayallere, bu kadar büyük acılar sığdırmamıştı. Bir gün doğduğu, yaşadığı evden ruhunun bu kadar yaşlanıp çıkacağını hiç düşünmemişti. İlk balyoz darbesi vurulmuştu içindeki heykele…Heykel tam da ortasından şekillenmeye

başlamıştı...Tek kelime konuşmadan, Amalia ile birlikte uzaklara, çok uzaklara, Salina’nın hayal ettiği balıkçı köyüne gittiler. Mevsimler aldı Salina’nın tekrar yaşama dönmesi. O çok sevdiği denizin kokusunu duymak için kıyıya bile gitmemişti uzun süre. Sanki bir hiçlikte yaşıyordu…
Bir ilkbahar gecesi dışarıya çıktı. Yavru ay tüm gülümsemesiyle karşıdan Salina’ya bakıyordu. 3 gözü vardı sanki. Dikkatli baktığında onun bir tekne olduğunu düşündü…Yelkeni dağın öbür tarafında bir tekne. “Sanki ben üstündeki teknenin bir simetrisiyim” der gibiydi…”Sen üzülme, yakında herşey çok güzel olacak” der gibiydi…Salina gökyüzüne baktı, tüm yıldızları içine aldı. İçi büyüdü, büyüdü, büyüdü…İçinden bir iç daha çıkmıştı sanki…
Ertesi gün, başka gözlerle bakmaya başladı hayata…Tam da kalesinin bahçesinde, deniz kokusunu içinde gezdirdiğinde hissettiği kız gibi olmuştu nerdeyse…İnsan, ruhunun özgürlüğüne acılarla mı varmalıydı? Belki de…
İçindeki dönüşmüş enerjiyi çocuklarla paylaşmak istedi Salina. Sevgisini onlarla büyütmek istedi. Bahçesinden deniz gözüken okulda öğretmenlik yapmaya başladı. Ne kadar çok sevgisi vardı verecek, onlarla içindeki küçük kız da büyüyordu. Yaşama dört elle sarılmanın keyfini çıkarıyordu. Bunlar daha önce hiç tatmadığı hislerdi. Her sabah erkenden kalkıyor, Amalia’sıyla kahvaltı ediyor, güneşin denize ışıldamasını seyrederek okula yürüyordu. Bazen evden biraz daha erken çıkıp sahilde oturuyor, balıkları seyrediyordu denizin içinde. Lisanlarını çözmek istiyordu. Başka canlıların dünyalarını keşfetmek çok eğlenceli geliyordu. Böyle sabahların birinde, açık denizden bir balıkçı teknesi yanaştı kıyıya. Tenleri kavrulmuş, yüzleri tuzdan çizgi çizgi olmuş balıkçılar, çoğu zaman gün doğmadan çalışmaya başlarlardı. Farklı bir dünyanın insanları gibiydiler. Saatlerce denizin üstünde olup, balıklarla bütünleştiklerinden olsa gerek pek fazla konuşmazlardı. Yüz hatları derin, yüzyıllar

boyu süren bir yaşanmışlık taşıyordu sanki…Bu dünya, çocukluğunda ve genç kızlığında hep hayal etmiş olduğu gibi Salina’yı çok çekiyordu. Ona kalsa saatlerce seyredebilirdi onları. Bazen sırf bunun için bile evden erken çıkardı. O sabah ta, büyük bir keyifle seyrettiği kıyıya yanaşan balıkçı teknesinden, bir çift mavi göz takıldı Salina’nın gözlerine…Salina kayboldu mavinin içinde…Kendisini oradan zor ayırarak çocuklarına koştu. Her zaman büyük bir coşkuyla işine sarılan Salina’da bir farklılık vardı o gün. Sanki kalbinin yarısını o mavinin içinde bırakmıştı. Hayatında ilk defa aşık olmuştu. Şaşkındı…
…Bir çift mavi göze aşık olmak bir ayrıcalıktır, diye düşündü…Ve o mavinin içinde kaybolmak…Allah’ın insana verdiği en güzel lütuflardan biri olduğunu hissediyordu…
Ertesi sabah güneşle beraber uyandı…Koşarak kıyıya gitti, yüreği yerinden çıkacak gibiydi. Çok geçmeden beklediği an geldi, neyse ki…Bir çift mavi göz yine oradaydı…Sanki yarı karada, yarı denizin dibinde yaşıyormuş gibi bir hali vardı bu gözlerin…İçinde fırtınalar koparacak kadar büyük, nice yaşamları kavrayacak kadar derin ve onlara nefes verecek kadar dingindi…Ömrünün sonuna kadar orada kalmak istedi…
Mavi gözler de, Salina’nın büyük kahverengi gözlerine takıldı…Sevgiyim diyordu bu gözler…Gün ışıdı mavi gözlerin içinde…Sıcak ama yakmayan, parlak ama acıtmayan güneşi gördü Salina’nın içinde…
…Bir çift mavi gözün içinde yaşamak, her gün denizin dibine dalmak gibi bir şey…O gözler ki yorgun olduğunda bile sevgiye davet eder insanı…O gözler ki en sertken bile huzura davet eder yaşamı…O gözler ki sonsuzluğa açar pencereyi…
Denizin derinliklerindeki sonsuz mavi, bünyesinde yaşam taşıyan yeşil, güneşin getirdiği o yürek ısıtan sarı, sevgiyim diyen kahverengi gözlerde birleşip, beyaz olur…Işığa kavuşur en karamsar düşünceler bile…Kahverengi gözlerle güneşe varır insan…
…Bir çift mavi göze aşık olmak ayrıcalıktır… O ki derininde maviyi barındırmış yaşamlar boyu…Ve hiç kara olmamış rengi hüznün ve mat olmamış pırıltısı sevincin…Her rengi yaşamış sevinçte de, hüzünde de…O ki mercan kayalıklarının serinini, güneşin sıcağını, rüzgarın tatlı esintisini taşıyor. Dünden bugüne, bugünden sonsuza açılan penceresinde…
Mavi ve kahverengi gözler, birbirlerini böylece tanıdılar…Mavi gözler kahverengi, kahverengi gözler de mavi olmuştu sanki…
Salina içindeki heykeli gördü ilk defa…Sonra biricik mavi gözlerinin heykelini keşfetti…Mavi gözler, bu görüntülerin karşısında şaşırmıştı, o da ilk defa görüyordu…İkisi içinde, hava;hava, su;su, toprak;toprak, ateş;ateş olmuştu artık ve hepsinin toplamı kocaman bir; SEVGİ…
İkisi de bu olağanüstü buluşmanın sarhoşluğu içindeydiler…Hem de öyle bir şey ki, insanın hayatında bir kere bile başına gelmesi mucize…Bu mutluluğu kaybetmemek için ikisinin de içinden BİR dua geçti;
“Bir dua var içimde
dünden bugüne gelen…
Bir dans var içimde
yoğrulmuş müzikle…
Ve bir şiir var…
O duaların en güzeli, müziklerin en bütünü,
dansların en süregeleni
Akan ama akarken hissettiren…

Girdiği her yere yönünü veren…
Karşılaştığı herşeyle uyumlu olabilen…
Bir şiir…
Dünden gelen,
yarına giden?
Belki,
dünle-yarını olmayan…
O yüzden hep akabilen…
Bir şiir var içimde,
toprakla göğü hissettiren…
Gökteki özgürlüğü,
topraktaki mütevazılığı anlatan…
Kocaman yıldızın acıtmayan parlağını,
küçücük tohumun bereketini farkettiren…
Bir şiir var içimde, sonsuz…
Denizin serinini,
balıkların inanılmaz dansını anlatan…
Ve denizin,
Bütün özgürlüğüyle doğmuş insanlarını farkettiren…
Ve hiç kaybolmayacakmışçasına özgürlüklerini…
Bir şiir var içimde deniz insanlarına akan;
Ve beni kendi denizlerinde hiç bitmeyecekmişçesine yüzdürmeleri için bir dua…”

…İkisi de, her varoluştaki buluşmada olduğu gibi yine varolmanın mutluluğunda bir olup uçtular başka boyutlara…